Memleketimden Pazarlama Manzaraları

Gazetecilerin ağzından düşürmedikleri “Türkiye’de malzeme çok” lafı pazarlama için de geçerli. Nereye baksak hemen düzeltilebilecek bir pazarlama yanlışı görmek mümkün. “Marketing myopia” kavramının ana vatanı olsa olsa bizim ülkemizdir. Örnek mi arıyorsunuz? Hemen birkaç tane sıralayalım;

Daha önce hem konut hem de tüketici kredisi kullanan ve üstelik uzun vadeli konut kredisini hala ödemeye devam eden müşterisinden ikametgah ilmühaberi, maaş bordrosu, kimlik fotokopisi gibi daha bir çok belgeyi isteyen, “bunlar zaten sizin elinizde var” dediğinizde de “olmaz efendim hepsinin yeniden gelmesi gerek” diye cevap veren bankadan mı başlasak acaba? Elektronik sözleşme yasası yürürlükteyken başvuru formunu doldurup, imzalayıp getirin diyen, internet şubelerine sahip olduğu halde buradan sadece temel bankacılık işlemleri yaptıran bankalarımız ne zaman müşterilerine odaklanacaklar diye merak ediyorum. Bu bankaların “müşteri ilişkileri yönetimi” eğitimleri ve yazılımları için ne kadar büyük çabalar harcadığını da ayrıca eklemek gerek. Bir yandan müşterilerle ilişkileri yönetmeye soyunmak diğer yandan da verimilik, ekonomiklik, kârlılık gibi temel sorunların çözümünden çok uzakta bir iş modeli yönetmek kolay başarılabilecek bir şey olmasa gerek.

Diğer yanda başka bir örnek de kendilerini Avrupa’nın turizm merkezi olarak konumlamaya çalışan ülkemizin güzide işletmelerinin fiyatları 0 “yazıyla sıfır“ seviyesine çekmeleriyle ortaya çıktı. Artık Avrupa’lı turistler ülkemize gelecekler otellerde kalacaklar ve hiç para ödemeyecekler. Otelde kaldıkları sürece bardan, lokantadan yararlanıp bir şeyler yiyip içerlerse onlara ödedikleri paradan bir şeyler kazanmayı uman şirketlerimiz varmış. Bunun bir pazarlama stratejisi olması mümkün değil. Daha doğrusu bu konsept içinde strateji kelimesini kullanmak mümkün değil. Kuş gribi, radikal terör tehdidi gibi bir çok çevresel faktörün yaratabileceği tahribatı önceden öngörmeyen, olabilecek pazar kayıplarını engellemeye yönelik yeni politika ve taktikler üretmeyenler şimdi fiyatları sıfır düzeyine çekiyorlar. Unutulmamalı ki pazarların hafızası çok kuvvetlidir. O rakamları bir daha eski seviyelerine çekmek çok zor olacaktır. Turizmciler tavukçular kadar olamadılar. Onlar bile sorunların çözüp eski satış rakamlarına ve kâr düzeylerine ulaşmayı başardırlar. Hem de sadece Uğur Dündar faktörüyle.

Bir başka içler acısı durum da müzelerimizde ortaya çıktı. Elimizdeki zenginliği böylesine bilinçsizce heba etmemiz inanılır gibi değil. Yurt dışında müze gezenler bilir. Üç beş tarihi belgeyi, eseri bir araya getirip müze yapan batılılar bunu öyle pazarlıyorlar ki anlatılmaz. Giriş ücretleri son derece yüksek tutuluyor. Sergileme ortamı son derece konforlu ve güvenli. Bizim müzelerimizden tek farkı. O müzeler pazarlama araçlarını kullanıyorlar. Biz ise Çarşamba pazarında tezgah açar gibi sergiliyoruz. Topkapı Sarayı’ndan çıkın hemen yanında yerli turistlerin bile okumakta zorlandıkları bir mağaza ismi görürsünüz. İçinde çanak çömlekten, incik boncuğa kadar binlerce ürün vardır. Ama Topkapı Sarayını en özlü bir şekilde hatırlatacak “kaşıkçı elması” “padişah kaftanları” “altın taht” gibi akılda kalacak eserlerin imitasyonları bulunmaz. Sarayla hiç ilgisi olmayan, kapalıçarşıda tezgahlarda satılan bir çok hediyelik eşyayı üstelik adı “Dösem” olan mağazadan almak mümkün. Burada da pazarlama yok. Pazarcı mantığı var.

Yaza yaza tükenmez bu ülkenin pazarlama yanlışları. Artık dünya pazarlarındaki başarılarımızdan, artan pazar paylarımızdan, hedef pazarlara yönelik stratejilerimizden söz edeceğimiz yazılar yazmak bizim de hakkımız değil mi?

Yorumlar

Elif Koçak dedi ki…
Hocam yazınızda Türkiye müzelerinde yapılan pazarlama yanlışları konusundaki tespitlerinize katlıyorum. Lisans öğrenimimde sizden pazarlama dersi almış ve şu anda müzecilik yüksek lisansına devam eden biri olarak bu tespitleri ben de yapıyor, müzecilik ve müze yönetimi ile ilgili algılarımızın değişmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Müzeler artık arkeologlar ve sanat tarihçisi kişilerin tekelindeki yerler olmaktan çıkmalı ve yönetimle ilgili konularda "müze işletmecilerine" olan ihtiyaç görülmelidir. Müzeler kâr amacı gütmeyen kurumlar olsalar da en nihayetinde birer kurumdurlar ve yönetilmeye ihtiyaçları vardır. Müzelerde de tıpkı ticari işletmelerde olduğu gibi işletme biliminin fonksiyonları kullanılmaktadır. Müzeler de ancak insan kaynakları, muhasebe, finans, halkla ilişkiler ve pazarlama disiplinlerinden faydalanarak çağımıza ayak uydurabilir ve misyonlarını tam olarak yerine getirebilirler. Çünkü ancak bu disiplinlerden faydalanarak ziyaretçilere, bağışçılara, gönüllülere, yerel ve uluslararası topluma ve daha birçok müze izleyicisine ulaşabileceklerdir.
Pazarlama hem bu disiplinlerden biri hem de bütün bu disiplinleri kapsayan bir üst disiplindir. Pazarlamanın müzelerde doğru kullanımı müzenin doğru anlaşılmasını, daha çok kişi tarafından bilinmesini, takip edilmesini, benimsenmesini ve ziyaret edilmesini sağlayacaktır. Nasıl ticari işletmeler sadık müşterilere ihtiyaç duyuyorlarsa müzeler de sadık ziyaretçilere ve bağışçılara ihtiyaç duyarlar.
Sizin ayrıca değindiğiniz bir nokta olan DÖSİM de pazarlamanın müzelerde doğru kullanımı (ya da kullanılmaması) açısından en belirgin örneklerden biridir. Türkiye genelindeki bütün müzelerdeki DÖSİM mağazalarında aynı şeyler satılmaktadır. Bağlı bulunduğu müzenin, hatta bulunduğu yörenin özelliklerini yansıtmayan bu ürünler bence de büyük bir yanlıştır. Müze mağazasının ziyaretçinin yanında götürmek isteyeceği "müzeden bir parça" olması gerekir. Ziyaretçinin müze ile özdeşleştirebileceği nesneler olmalı, müzenin "markasını" vurgulamalıdır.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Entegre Pazarlama İletişimi