Türkiye'de Pazarlamacı Algısı
Türkiye’de Pazarlamacı Algısı
Pazarlama kavramı son yıllarda biraz daha eli yüzü düzgün bir yere oturmaya başladı. Önceleri pazarlama ve pazarlamacı kavramları hep olumsuz çağrışımlar yaratırdı. Bu nedenle de pazarlama işiyle uğraşanlar ek olarak bu olumsuz çağrışımları gidermeye çalışırlardı. Tam bu durum giderek daha az rahatsız edici olmaya başladı denilmeye başlandığı anda ülkemizin Başbakanı ile Ana Muhalefet Partisi Başkanı arasında yaşanan polemik her şeyi yerle bir etti.
Çok değil birkaç ay önce “ülkemi pazarlamakla görevliyim” diyen Başbakan siyasi rakibine 301 madde tartışmaları ile ilgili olarak “sizin zihniyetinizde pazarlamacılık var” şeklinde bir ifade ile yüklendi. Cevap ise gecikmeden ve de aynı irtifadan geldi “Pazarlamacılık ’marketing’ anlamına gelir ki, Türkiye’yi, Kıbrıs’ı pazarlamakla övünen kendisidir. Türk siyasi tarihinde pazarlamacılığa layık tek isim kendisidir. Pazarlamacı ve pazarlıkçı kavramlarını karıştırması sadece bir kültür zafiyetinin sonucu değildir. Öte yandan çok temel bir siyaset olgunluğu ve olgusu zafiyetinin de göstergesidir. Pazarlamacılığı kendi itiraflarıyla tescillenmiştir”
Hayatını pazarlama akademisyenliği yaparak sürdüren bir kişi olarak bu laflara önce inanamadım. Ama biraz düşününce hala lüks semtlerin apartman kapılarında “yabancılar ve pazarlamacılar giremez” yazılarını hatırlayınca normaldir diye düşündüm. Derslerimde anlattıklarım geldi aklıma. Pazarlamanın temel işlevlerini hatırladım. Pazarlama; kişilerin ve kurumların ihtiyaçlarını karşılamalarına imkan veren ve hayatı kolaylaştıran sosyal ve yönetsel bir süreç olarak, esasında insanların mutlu olmasını sağlamaya çalışır. Zaman ve mekan faydası yaratır. Kişi ve kurumların ihtiyaçlarını doğru zamanda, doğru yerde ve doğru ürün ve hizmetlerle gidermelerini sağlar. Tüketicileri bilinçlendirerek ürünler, hizmetler, kişiler, olaylar, fikirler hakkında bilgi verir ve doğru yönlenmelerine yardımcı olur. Kaynakların etkili ve verimli kullanılmasına katkı yapar. Sadece şirketlerin değil aynı zamanda birey olarak kişilerin de pazarlamaya ihtiyacı vardır. Kendinizi en iyi şekilde ifade etmenize pazarlama araçları yardımcı olur. Görünüşünüz, hitap tarzınız, kılık kıyafetiniz, tarzınız, stiliniz hep bunlar iyi bir pazarlama programının konusudur.
“Marketing” deyince sorun çıkmıyor da “pazarlama” deyince neden bir olumsuzluk söz konusu oluyor. Bu sorunun cevabı sanırım biraz da genetikle kodlarımızla ilişkili. Geçmişe biraz baktığımızda Altıyüz yıl boyunca hüküm süren Osmanlı’da ekonomik iş bölümünde ticaret, alım-satım işleri hep azınlıklara bırakılmış. Alıp-satım yapmak adeta ayıp sayılmış. Ne olursa olsun üretenler hep daha fazla önemsenip, daha değerli görülmüş. Cumhuriyet döneminde de yerleşik bu anlayış sürüp gitmiş. Bu yüzden de on yıllar boyu rekabetin olmadığı bir ortamda gelişip, serpilen şirketlerimiz dünya ölçeğinde küçük birer atölye ya da bakkal dükkanı kadar olabilmişler. Dünyayı tutan markalarımız, yöneticilerimiz neredeyse yok gibi. Oysa günümüzde roller değişti. Pazarlama ön plana çıktı. Alıp-satmak daha kârlı bir iş. Wall-Mart Türkiye’nin GSMH’sinden fazla ciroyu tek başına hem de pazarlamacılıktan elde ediyor. Biz hala üzüm üretiminde dünyada ilk dörtte yer alırken, iş suyunu sıkıp şarap yapıp pazarlamaya gelince neredeyse kırkıncı sırada yer alıyoruz.
Siyasete atılmadan önce hayatını alım-satım yaparak kazanan bir Başbakan ve şu sıralar pazarlamaya en fazla ihtiyaç duyan bir ana muhalefet partisi lideri birbirlerine hakaret etmek amacıya “pazarlamacı” diye hitap ediyorlar ve ülkemizin ihracatı bir türlü yetmiş milyar dolarların üzerine çıkamıyor. Çok işimiz var çoook………..
Pazarlama kavramı son yıllarda biraz daha eli yüzü düzgün bir yere oturmaya başladı. Önceleri pazarlama ve pazarlamacı kavramları hep olumsuz çağrışımlar yaratırdı. Bu nedenle de pazarlama işiyle uğraşanlar ek olarak bu olumsuz çağrışımları gidermeye çalışırlardı. Tam bu durum giderek daha az rahatsız edici olmaya başladı denilmeye başlandığı anda ülkemizin Başbakanı ile Ana Muhalefet Partisi Başkanı arasında yaşanan polemik her şeyi yerle bir etti.
Çok değil birkaç ay önce “ülkemi pazarlamakla görevliyim” diyen Başbakan siyasi rakibine 301 madde tartışmaları ile ilgili olarak “sizin zihniyetinizde pazarlamacılık var” şeklinde bir ifade ile yüklendi. Cevap ise gecikmeden ve de aynı irtifadan geldi “Pazarlamacılık ’marketing’ anlamına gelir ki, Türkiye’yi, Kıbrıs’ı pazarlamakla övünen kendisidir. Türk siyasi tarihinde pazarlamacılığa layık tek isim kendisidir. Pazarlamacı ve pazarlıkçı kavramlarını karıştırması sadece bir kültür zafiyetinin sonucu değildir. Öte yandan çok temel bir siyaset olgunluğu ve olgusu zafiyetinin de göstergesidir. Pazarlamacılığı kendi itiraflarıyla tescillenmiştir”
Hayatını pazarlama akademisyenliği yaparak sürdüren bir kişi olarak bu laflara önce inanamadım. Ama biraz düşününce hala lüks semtlerin apartman kapılarında “yabancılar ve pazarlamacılar giremez” yazılarını hatırlayınca normaldir diye düşündüm. Derslerimde anlattıklarım geldi aklıma. Pazarlamanın temel işlevlerini hatırladım. Pazarlama; kişilerin ve kurumların ihtiyaçlarını karşılamalarına imkan veren ve hayatı kolaylaştıran sosyal ve yönetsel bir süreç olarak, esasında insanların mutlu olmasını sağlamaya çalışır. Zaman ve mekan faydası yaratır. Kişi ve kurumların ihtiyaçlarını doğru zamanda, doğru yerde ve doğru ürün ve hizmetlerle gidermelerini sağlar. Tüketicileri bilinçlendirerek ürünler, hizmetler, kişiler, olaylar, fikirler hakkında bilgi verir ve doğru yönlenmelerine yardımcı olur. Kaynakların etkili ve verimli kullanılmasına katkı yapar. Sadece şirketlerin değil aynı zamanda birey olarak kişilerin de pazarlamaya ihtiyacı vardır. Kendinizi en iyi şekilde ifade etmenize pazarlama araçları yardımcı olur. Görünüşünüz, hitap tarzınız, kılık kıyafetiniz, tarzınız, stiliniz hep bunlar iyi bir pazarlama programının konusudur.
“Marketing” deyince sorun çıkmıyor da “pazarlama” deyince neden bir olumsuzluk söz konusu oluyor. Bu sorunun cevabı sanırım biraz da genetikle kodlarımızla ilişkili. Geçmişe biraz baktığımızda Altıyüz yıl boyunca hüküm süren Osmanlı’da ekonomik iş bölümünde ticaret, alım-satım işleri hep azınlıklara bırakılmış. Alıp-satım yapmak adeta ayıp sayılmış. Ne olursa olsun üretenler hep daha fazla önemsenip, daha değerli görülmüş. Cumhuriyet döneminde de yerleşik bu anlayış sürüp gitmiş. Bu yüzden de on yıllar boyu rekabetin olmadığı bir ortamda gelişip, serpilen şirketlerimiz dünya ölçeğinde küçük birer atölye ya da bakkal dükkanı kadar olabilmişler. Dünyayı tutan markalarımız, yöneticilerimiz neredeyse yok gibi. Oysa günümüzde roller değişti. Pazarlama ön plana çıktı. Alıp-satmak daha kârlı bir iş. Wall-Mart Türkiye’nin GSMH’sinden fazla ciroyu tek başına hem de pazarlamacılıktan elde ediyor. Biz hala üzüm üretiminde dünyada ilk dörtte yer alırken, iş suyunu sıkıp şarap yapıp pazarlamaya gelince neredeyse kırkıncı sırada yer alıyoruz.
Siyasete atılmadan önce hayatını alım-satım yaparak kazanan bir Başbakan ve şu sıralar pazarlamaya en fazla ihtiyaç duyan bir ana muhalefet partisi lideri birbirlerine hakaret etmek amacıya “pazarlamacı” diye hitap ediyorlar ve ülkemizin ihracatı bir türlü yetmiş milyar dolarların üzerine çıkamıyor. Çok işimiz var çoook………..
Yorumlar